Archive for the 'Perihan Mağden' Category

Yurt Dışı’nda nasıl tezahür ediyorum?

Geçenlerde (burda yaşayan ‘yabancı’ gazetecilerle artık hısımlaştık) bi röportaj teklifini geri çevirdim.Ve artık mümkün olduğunca konuşmayacağım ‘dış’ basına.Konuş, konuş, nereye kadar? Böyle, Konuşan Kafa gibi hissediyorsun kendini. Biraz da sabrımın sonuna geldim: Ne anlıyorlar? Nereye kadar anlıyorlar? Ben meramımı-zı iyi anlatabiliyor muyum? Peki, en mühimi:ben meramımı-zı iyi anlatmakla mükellef miyim? Kronik Mağdur pelerinini de iade edeyim.Sonuç olarak ben bir Türk yazarıyım, diplomatı değil.Bi İlter Türkmen kadar sabırlı, dirayetli, hakikâtli, dengeli ve tecrübeli olsam- tamam anlatayım dertlerimizi o zaman. Ama ‘dert anlatma’ mevzuunda sabrımın sonuna geldim. Anlatamıyorum, anlatamayacağım! Türk’ü Türk’e şikâyet etmek çok daha doğru ve güzel. (En azından benim meşrebimde biri için.)En vahim/rezil örneğini (yoğunlaştırılmış bir ‘Anlasana Ulan!’ hadisesini) 2 yıl önce Saint-Malo’daki Fransızların ünlü mü ünlü (ay, her şeyleri ‘ünlü’ herrr şeyleri mühimdir bacaksızların) kitap festivalinde yaşadım.Dört mü, beş mi kaç konuşmaya katıldıysam şiddetli kavgalar çıkartmaya muvaffak oldum. Yorgun düştüm hakikâten: kendimden ve durumdan! Netice itibarıyla İnsankızı barışsever bir varlık, o kadar kavga edip didişince gidişatından kaygılanıyorsun. ‘Ben nerde yanlış yaptım’dan dahi daha çok ‘Allahım, yoksa ben Emin Çölaşan mıyım?’ Yurtdışında yaşadığım duygulanımların tamm karşılığı budur okurlar: Alter-egomun esasında Emin Çölaşan olabilirliği korkusudur!Şöyle bir ortamlama tahayyül edin: Allah’ın Çinli yazarına kitabıyla alakalı soru soruluyor. Allah’ın Lübnanlı yazarına kitabıyla alakalı soru soruluyor. Allah’ın Beyaz Rus’una kitabıyla alakalı soru soruluyor. (Burdaki Allah’ın nitelemesi kesinlikle ırkçı ve bu ulusları horrr görmeye yönelik değildir: aynı çatı altında hepimiz kardeşiz vurgusu önemlidir.)Sıra bana geliyor, soru aynen şöyle: “Sizce Türkiye, Avrupa Birliği’ne girmeye hazır mı?”Bu arada dikkâtinizi çekiştiririm: Benim Fransa’da çıkmış olan kitabım ‘Avrupa Birliği’nin Kıyısında Türkiye’ (adlı inceleme) ya da ‘Bir Yahudi, Bir İtalyan, Bir Baron, Bir Turşucu ve Bir Ermeni Kuzguncuk’ta Bir Konakta Çok Mutlu Olmuşlardı’ temalı sahte birleştirilmiş bir roman dahi değil!Kitabım ‘Haberci Çocuk Cinayetleri’ ismindeki fantastik mi nerdeyse bilimkurgusal, hiç bu toplarla alakasız bir novella! Kardeşim onlara sorular edebiyat üstüne, edebiyatları üstüne de bana niye böyle bir Dışişleri Bakanlığı’ndan Mağden muamelesi? İyi bir muameleden geçtim zart zurt; eşit değil, eşitlikçi değil, normal ya da adaletli değil.Ben tabii açıyorum ağzımı, “Siz şimdi kendinize uşak/ahçı alacaksınız da, benden referans mektubu mu istiyorsunuz?” diyorum.”Benim kitabımla alakası yok bu sorunun. Ne hakla bana böyle bir soru yöneltebiliyorsunuz?” diyorum.Dağılıyor mu ortalık? Karışıyor mu salon! E bana ne? İstemezdim tabii böyle olmasını. Ben de Müzisyen/Unicef İnsanı tabiatlı bir Zülfü Livaneli tadında çıkartıp sazımı ‘Kar koleksiyonladım senin için’ pardon ‘Kartopulandım da geldim’ pardon ‘Karlı kayın ormanında’yı çalayım, milletler el ele tutuşsunlar, Fransızlar duygulansın hüngürt şakırt ağlasınlar. Hepimiz kardeşiz. Gözyaşlarımızda eşitiz, bunu türkülendirmek buram yorgan, isterdim.Ama durunamayan bi tabiatım var (anlaşılan). “Çinli beyefendiye neden Çin’de hâlâ idam olması gerçeğini sormuyorsunuz da bana Türkiye’nin hak ve hukuk karnesini soruyorsunuz” diyorum başka bi toplantıda. “Lübnanlı beyin kitabını okumuşsunuz. Benimkinden haberiniz var mı?” filan.Başka bi salonda (çok büyük bir salonda üstelik bu talihsizlik) “Türkiye, Avrupa Birliği’nden ne istiyor?”sorusu çıkıyor torbadan. Bu soruları bulup buluşturanlar da ‘sol’ ‘entel’ Fransız gazeteci-yazarlar! Yalnız Türklere Özel Bir Menü bu, inanın.Ben: “Para!” diyorum. “Yatırım yapsın Avrupa ülkeleri. Serbest dolaşım hakkı tanısın ki, bizde de işsizlik azalsın. Genç, dinamik bir nüfusuz ve işsizlik çok ciddi sorunumuz. Bizler de size sperm vermiş oluruz.”Salon yine dağılıyor. Doğru cevap: ‘Yüksek kültürünüzü ve yüce değerlerinizi, medeniyet seviyenizi istiyoruz’muş!Ben doğru cevapları tahayyül dahi edemediğim gibi adamların/kadınların cinlerini tepelerine çıkartmaya muvaffak oluyorum. Her salon/her toplantı! Yani bi pembe incili kaftanım eksik omzumda. Ve fakat benim kaftanım: ben onlardan çok daha seri ve yetkin bir İngilizce konuşuyorum. Fransızların yabancı dile yatkınlığı malum! Bana cevap yetiştirme kaygısıyla bağırıyorlar. Bu defa “Niye bağırıyorsunuz?Sakin olun” diyorum. “Türkiye sizin tırnak kontrollerinizden bezdi” diyorum. “Irkçılık temayüllerinizi denetlemeye çalışmalısınız” diyorum.Ağbi, ben anlaşılan yurtdışında çok sinir bozucu bir Türk’üm. Nereye gitsem kavga çıkartıyorum. Festival Başkanı kapanış partisinde, “Başınıza gelenler için çok özür dilerim, seneye sizi yine davet etmek isteriz” diyor. (Yankı yankı yankılandı zira ortamlarım.)”Boşuna zahmet etmeyin. Korkunç günler geçirdim. Sayenizde kendimi bi yeniyetme gibi hissettim” diyorum. (Tarotta da: Perpetual Peter Pan çıkmıştı!)Hakikaten (bir de toplantılar dışında şahsi politik kavgalarım var) Avrupalılarla baş etmek/meramını anlatmak/onların o zırhlı önyargılarını delebilmek/onlardan eşitlikçi bir yaklaşım talep etmek- Başkaları atlatsın bu develere bu
hendekleri.

Yükselen Türk Irkçılığı’nda Yüksek Avrupa Irkçılığı’nın katkılarını da lütfen yabana atmayalım, bu zehirle uğraşmak zorunda kaldığımız/kalacağımız bu karanlık günlerde. Ben denli bi uyum insanını dahi şirazesinden çıkartabiliyorlar. Yazıklar olsun onlara Emin ağbi!

Perihan Mağden’in 22/o2/2007 tarihli Radikal gazetesindeki köşesinden alıntıdır..

Nihat Genç’ten Sarıkız’a: Vermezsen Verme…

Bir röportajımda kadın yazarlar soruldu, Nuray Mert, Perihan Mağden, Vivet Kanetti, Kırıkkanat, hatta Meral Tamer, bu son ismi yazmamışlar, önemlidir, dedim. Röportajı yapan, peki Ayşe Arman, Pakize Suda diye araya girdi, “tenezzül etmedi­ğim isimler üzerinde laf söylemek zorunda bırakmayın beni” dedim…

Milliyet Eki’nde “Sarıkız’ın Anılan” başlığında bir köşe var. Adını saklıyormuş, ne boksa. Nükhet Duru’nun, Müjde Ar’ın donlarını anlatır, durur, hayatım boyu hiç dikkatimi çek­meyen bir köşe.

Vay sen misin Ayşe Arman’a, Pakize Suda’ya dil uzatan diye tam sayfa döşen­miş bana. Ne deseydim, kraliçemiz mi olurlar, deseydim.

Bu yazarlar Türk halkının midesini bulandırıyor, biri pedlerini anlatır, diğeri üçün­cü sınıf pavyonlardan Hürriyet’e büyük yazar oldurulmuş, ne diyeyim..

Sarıkız köşesinde, kadın çıldırmış, inanılmaz cümleler. “Siz taşralılar, bizim gibi sarışınlara bayılırsınız, tüm derdiniz bizim gibi sarışınlarla yatmaktır. Sizi aramıza al­mayacağız. Sivri diliniz ve o taşralı komplekslerinizle aramıza giremeyeceksiniz!”… Şu cümleler de onun: “gençliğinizde bir türlü ilgilerini çekemediğiniz o sarışın kızları hatırlatıyoruz size. Zengin şehirli oğlanların tavladığı ama size bir türlü verme­yen kızları hatırlatıyoruz, o yüzden ulaşamıyor, kin kusuyorsunuz!”… Yazınım ana fikri şu: “Oh olsun size vermeyeceğiz!”… Şu cümle de onun: “(siz taşralılar) yazdınız yazdınız, şu ünlüler dünyasına kena­rından köşesinden geldiniz, peki şu Ayşe Arman niçin hala sizin kollarınızda değil. Eminim hep bunu arzuluyorsunuz!”…

Ve devam ediyor. Bu hanımın gençliğinde bizim gibi kara kuru bir taşralı sevgi­lisi olmuş. Ama bunu kandırmış. Şimdi akıllanmış. Bir daha Anadolulu mu, artık vermeyecekmiş, dinleyin: “…Yıllarca onlar da insan, onlarla da ilişki kurmak, dışla­mamak lazım gibi hümanist fikirler sahibi oldum, ama yanılmışım…”.

Neden yanılmış? Çünkü taşralıların bütün dertleri bu boyalı sarışın hanımların kollarına atılmakmış. Bu yüzden benim gibi insanlardan iğreniyormuş. “Oh olsun, bizi aralarına asla almayacaklarmış..”; Şu cümle de onun: “(Siz taşralılar) boşuna uğraşmayın, sizi aramıza almayacağız!”, Neye uğradığımı şaşırdım. Siz kimsiniz, orası ne, bizi niye aranıza alıp almamak gibi derdiniz var, orada, araya alınma diye bir şey mi var…

Böyle bir yazı olur mu, oluyor işte, geçen haftanın Milliyet Eki’nde.. Bu yazıları sizin vergilerinizle yazıyorlar.

Bir de küçücük beyniyle cinlik yapıyor, yazısında lafları gargaraya getiriyor, bakın: “şu bir yazar var ya, Zeki Müren’i, Selda’yı, Ayşe Arman’a kadar herkese hakaret eden!”.. Yalan. Aynı röportajda, bir yığın kadın yazarı övdüm, ayrıca Zeki Müren’i ve Selda’yı da fazlasıyla övdüm. Ayşe Arman’a da bir statü vermek istiyor ya.

Neyse, bize iş düştü. Hayatım boyu travesti gibi kırıtan, travesti ses tonuyla ko­nuşan, travesti gibi giyinen, döt sümüğü bir yığın kadın gördüm. Hiçte küçüm­semem, hayatı böyle seçmişler, ne yapayım…

Ancak, burada, sosyoloji dersi olacak cümleler var. Mesela, taşralıları neden kü­çümser, taşralılık eğlenilecek bir şey midir? Şimdi size birkaç taşralıdan söz edeyim: Mesela: Kanuni Sultan Süleyman, Mevlana, Yunus Emre, Pir Sultan, İbni Sina, Karacaoğlan… Bunların hepsi taşralı. Bu yüzden mi acaba, bu isimleri aranıza almıyor, yazılarınızda hiç bahsetmiyorsunuz. Mesela, Şekspir, Jack London, Hazreti İsa, da­ha bir yığın taşralı. Bunlar da taşralı olduğu için mi bu isimlerden hiç bahsetmiyor, yazılarınızda, Nükhet Duru ve Müjde Ar’ın donlarından başka bahis bulamıyorsunuz. Ayıptır söylemesi, hani, Aydın Doğan patronunuz da taşralı, Koç, Sabancı, hepsi taşralı.

Taşralılığın bir aşağılanma vasıtası olarak kullanılması, bu kafadan sakat boyalı böceklerin acıklı ruh halini anlatıyor. Şimdi kendisi sosyete mi oluyor. Saçları boyanınca, sarışın olununca, bir de arabesk sanatçılar Alişanlar’ın haberlerini gazete ilavelerinde yapınca, Ferdi Tayfurlar’a sinema senaryoları yazınca, “sosyete mi?” olunuyor.

Boğaz’da bir lokantada bir balık rakıya fit olan birçok kadın kendini sosyeteyim diye satıyor olabilir. Zavallılığı anlatmada Türkçe’de kelime yok.

Bırakın medyayı biz rezil etmeye çalışalım. Bu utanılacak yazılarınızla küstah, şı­marık, düzeysiz suratlarınız acıklı bir şekilde ortaya çıkıyor. Ama o gazetenizde Me­lih Aşıklar, Meral Tamerler, Hasan Pulur’lar gibi bu tür cehaletleri midesi kaldırma­yan, utanarak okuyan yazarlar var. Rezilliklerinizle onları üzmeyin!

Sanırım siz bu. sosyete fiyakanızla, bu yazarları da o gazeteden kovarsınız, hat­ta, patronunuzu da o gazeteden kovarsınız. Kimseyi beğenmeyen bir üslubunuz, maşallah, burnunuzu havaya kaldırmışsınız ama, biraz da beyninizle ilgilenmeliy­diniz…

Bakın hanımefendi, “aranıza almayacakmışsınız” gibi çalımlı laflar etmeyin, bu­rada ismini yazmaya terbiyem yetmez, o gazetede size verilen paranın yüzlerce ka­tı para teklif ettiler, telefon edin, kimlerin kaç lira verdiğini söyleyeyim..

Nükhet Duru’nun donlarını yazarak bir yere varamadığınız için medya ahlaksız­lık içinde can çekişiyor. Bakın, nasıl seçkin olunacağını öğreteyim size. Bu ülkenin, sanatına, sinemasına, romanına, siyasetine, yönetimine, hukukuna, bilimine bir “değer” katacaksınız. Bir fikir söyleyeceksiniz, işte o zaman “seçkin” insanlar sını­fına girersiniz. Müjde Ar sevgilisiyle yan odada sevişirken, siz öbür odadan duydu­ğunuz sesleri köşenizde yazarak, “seçkin” olamazsınız.

Müjde Ar’ın sevgililerini yazarak size “sosyetelik” bağışlayan patronunuz Aydın Doğanlarla işte sizin gibi insanları yazar yaptığı için hala mahkemelerde savaşıyo­rum.

Ben orada her şeye rağmen onurunu, kimliğini koruyan, kişilikli ve düzeyli bir ede­bi dil tutturmaya çalışan birçok kadın yazarı övdüm, övmediğim sadece Ayşe Arman, Pakize Suda. Bu yüzden, bana karşı hayatınızın en öfkeli, en kendini kay­betmiş yazısını yazdınız!.

Çünkü sizler, akıllı, zeki, ince fikirli, zarif hikayeler, makaleler yazmasını bilen kadınlardan hoşlanmıyor, kıskançlıktan çatlıyorsunuz. Kendine düzgün bir okuyucu kitlesi yapmış birçok başarılı kadınları çekemiyor, kuduruyorsunuz.

Ne yapayım, Müjde Ar’ın donlarını yazan, pedlerini yazan kadınlara kraliçe mi di­yeyim. Belki şu arabesk sanatçısı Alişanlar, senaryolarını yazdığınız arabesk sanat­çıları, onlar, böyle çalımlı, boyalı, boş laflarınıza inanıyordur. Ama işte düzeyiniz bu, ulaştığınız sosyetenin boyutu: Alişanlar, Özcan Denizler…

Kafayı yemiş kadın, Ayşe Arman, biz taşralılara vermiyormuş diye çok kızıp eleştiriyormuşuz. iyi de ben Ertuğrul Özkök’ü de çok eleştiriyorum. O da mı acaba vermediği için, eleştiriyorum. Yani, bu kadınlar aralarında oturup, şuna verelim, bu­na vermeyelim, diye mi tartışırlar. Sonunda da, “hani şu var ya bize yine laf atmış, çünkü, ona vermedik, o yüzden” diye bir sonuca mı ulaşıyorlar.

Neden şöyle bir sonuca ulaşmıyorlar! Bizler yazar olamayacak kadar basit in­sanlarız, insanlar bizleri okuyunca mideleri kalkıyor, çünkü zırvalıyoruz, bu yüzden halk bizi sevmiyor!..

Ama siz böyle yorumlanıyorsunuz. Yetmiş milyon taşralının sabah akşam sizi arzuladığını hülyalar içinde anlatıyorsunuz, iyi de, niye arzulayalım, orası gazete, arzular, şehvetlerle, gazete köşelerinin ne işi var.

işte böyle. Eskiden yazarlar birbirleriyle tartışır, fikir savaştan yaparmış.. Bakın şu işe, bu ünlü fikir tartışmaları, nereye kadar düştü, verdi, vermedi, sulandı, ver­meyecek, sana vermem, ona veririm, meselesine kadar…

Ama pek fetbaz bir kadınmış, bak, verdin, vermedin, benim de içime bir kurt düşürdü.. Baksanıza pazarlığa başladık bile…

İçerde solcu arkadaşları ziyaretimde geyik çevirirdik, “baba, bu medya ale­minden bize ekmek düşer mi?” diye takılırlardı..

Af haberini duydum.. Bakın şu Allah’ın işine, pazarlığa başladık bile… Çık­tığında çocuklar, “bakın, ben pazarlığı buraya kadar getirdim, biraz da siz gay­ret edin, hadi hayırlısı” derim…

Üstelik Sarıkız hanımefendi, yıllarca bomboş yazılar yazdınız. Kürt gerçeği­ni de bu vesileyle görmüş olursunuz. Vermezseniz, açıkça vermem deyin, ben böyle şeylerden alınmam.

Vermezseniz ne yapayım canım, Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi’ne gidip, bizim sarışın yazarlar Kürtlere vermiyor diye dava açamam ya… Hadi fazla yormayın beni, işimiz-gücümüz var…

Nihat Genç’in bu yazısı 12.09.2004 tarahinde yazılmıştır.
http://www.karakutu.com’dan alınmıştır.


Kategoriler